Sarı Uçurtma Öyküsü - Mehmet Bıldırcın / Hayal Bilgisi Dergisi
SARI UÇURTMA - ÖYKÜ
Mehmet Bıldırcın / Hayal Bilgisi Dergisi
Sap sarıydı koca tarla. Güneş vurunca altın gibi parlıyordu. Göz kamaştırıyordu. Rüzgâr vurunca sarı bir deniz gibiydi. Dalga dalga dalgalanıyordu. Uzun uzadıya baktıkça, insanın içine atlayıp çimesi geliyordu. Serap gibiydi. Çok bakınca göz kamaştırıyordu.
Gözleri kamaşa kamaşa yürüyordu Cevdet. Sabah gün ışımadan düşmüştü yola. Ayakları yalpa vura vura yürüyordu. Yorulmuştu artık. Yanakları kıpkızıldı. O küçücük ayaklarının tabanı su toplamıştı. Güneşe karşı kısmaktan gözleri ufalmıştı. Güneş tam tepedeydi, Ağustos güneşiydi pek de yakıyordu. Hem ayakları yanıyor hem de koca kafası. Gömleğin dışında kalan neresi varsa kıpkırmızıydı. Başına sızı çökmüş, suyu da kalmamıştı. Toprakkale’yi geçeli bir pınara bile rast gelmemişti.
Osmaniye’ye bir varsa dünya Cevdet’in olacaktı. O sarı uçurtma sadece Osmaniye’de vardı. Lalegölü’nde hiç yoktu, Toprakkale’de vardı ama o sarıkanatlı uçurtmadan yoktu. Arabacı Rüstem Osmaniye’den getirmişti oğlu Ramazan’a. Kaç kere istediyse de Ramazan hiç vermemişti uçurtmayı. Belki bir kere uçursaydı, böyle olmazdı. Ramazan uçurtmasını vermedi diye atmıştı o topalak taşı. Olacak bu ya, kör kurşun gibi fırlattığı taş Ramazan’ın kaşını yarmıştı. Kan revan olmuştu çocukcağızın suratı. Birde çıtasına basıp basıp kırmıştı uçurtmayı. Artık uçacak hali kalmamıştı. Arabacı Rüstem Cevdet’i bir yakalasa canına okuyacaktı. O yüzden yürüyerek gidiyordu Osmaniye’ye. Bu adımlarla ancak 5 saatte varırdı. Bir de ağacın altında çok dinlenmişti. Ayak tabanı da su toplamıştı. Böyle giderse akşama ancak varırdı. Eve dönünce anasından bir güzel sopa yiyecekti. Ama ertesi gün parlak kuyruklu, sarıkanatlı uçurtmayı Ramazan gibi o da uçuracaktı. Ramazan’ın uçurtmasını kırdığından köydeki tek uçurtma onun olacaktı. Uçurtmacı mavi falan verirse almayacaktı. Ramazan’ın ki gibi sapsarı olacaktı. Şu tarla gibi göz kamaştıracaktı.
Tarlanın sonunda bir haydak gördü. Uzaktan gördüğü kadarıyla haydağın altında bir kadın oturuyordu. Orada birileri varsa su da var demekti. Biraz önce serap gibi geliyordu. Hem hevesini alacaktı hem de tarlanın ortasından koşa koşa kadının yanına gidecekti. Rüzgâr arada bir vuruyordu. Rüzgâr bile değil, yeldi. Sarı bir denize girmiş gibi eğleniyordu. Ayağındaki acıyı bile unutmuştu. Kuru buğday başakları sıcaktan kızarmış bacaklarını çiziyordu. Ama deli bir tay gibi koşuyordu. Bazen ayak tabanı çok acıyınca “Oy aney oy” deyip yavaşlıyordu. Aklına su gelince ayağındaki acıyı yine unutuyordu.
Terlemişti koşmaktan. Terli terli, sası bir kokuyla kadının yanına vardı. Kadın gölgede mayışmıştı. Kara eşarplı, al şalvarlı tombul bir kadındı. Su da vardı yanında ama mıymıntı karı güneşin altında unutmuştu. Ne vardı haydağın altına alsaydı? Serin serin içerdi Cevdet. Neyse ki o vardı, ya o da olmasaydı? Selam verdi al şalvarlı kadına.
- “Selamın aleykum yenge!”
- “Gel oğlan, kimin oğlusun sen? Garip misin?”
- “Heyye yenge, Lalegölü’nden Kara İbram’ın oğluyum.”
- “Ben bilmem Lalegölü’nü, Nurdağı’ndan gelin geldim Akyar’a.”
- “Deli Memiş’i bildi mi yenge sizin köyden?”
- “He bildim, Çolakoların Memiş. Ne olmuş deliye?”
- “Heeç, bizim köye düğüne gelir, bizim köyü iyi bilir.”
- “Amaaan, o delinin gitmediği düğün mü var. Nereye gidiyon garip başına sen?”
- “Osmaniye’ye gidiyom, Arabacı Rüstem dediydi. Tek Osmaniye’de varmış.”
- “Ne varmış oğlan Osmaniye’de?
- “Sarı uçurtma, kanadı da sarı. Kuyruğu ay gibi parıldak.”
- “De get deli oğlan, ta ordan Osmaniye’ye uçurtma almaya mı gidilirmiş?”
Cevdet susmuştu. Daha çok konuşurdu ama dili damağına yapışmıştı. Susuzluktan takati kalmamıştı. Bir kara eşarplı kadına baktı, bir güneşte kaynayan bidona. Çok mu kaynamıştır acaba diye düşündü. Ne olacaktı ki, az bir şey ağzını çalkalar, gölgede 10 dakika serinletirdi. Serinleyince bir solukta hepsini içerdi. Kadın da Cevdet’i izliyordu.
- “Susadın mı oğlan sen?”
- “He ya yenge, Toprakkale’de içtiydim en son.”
- “Az bekle Ökkeş Emmin motosikletle gitti. Şimdi buz gibi su getirir.”
- “Oyy çok yaşa yenge. Ökkeş Emmi kim ki?”
- “Benim herif.”
Az ötedeki tepeden, az sonra geldi Ökkeş. Gündüzün hiçbir vakti güneş düşmezdi tepenin o yamacına. Bir pınar vardı ki orada, suyu buz gibiydi. Hem çay demlemeye de en iyi suydu. Beş koca bidon doldurmuş, motorun sepetine dizmişti. Küçük bidondaki sıcamış suyu döktü Cevdet. Büyük bidondan su doldurdu içini. Buz gibiydi. Kana kana içti. Biraz da yanına aldı. Bidonu tam doldurmadı, doldursaydı yol bitmezdi. Sonra düştü yola. Önce Akyar’a vardı. Akyar’dan sonra Osmaniye yakındı.
Akyar’ı geçinde yol kenarından uzunca akan bir akıntı gördü Cevdet. Dere demeye bin şahit gerekti. Kurbağa vardı ama dere değildi. Lastik kundurasını eline aldı. Terden Osmaniye çöplüğü gibi kokmuştu içi. Önce lastik ayakkabıyı bir güzel yıkadı, sonra kapkara ayaklarını yıkadı. Oh mis gibiydi artık. Bir de serinlemişti ki, oyuna dalıp içinde yürümeye başladı. Bazen eğilip bir pençe su alıyor, başından aşağı boşaltıyordu. Epey harap düşmüştü. Kavurucu sıcağın altında biraz serinleyince mayıştı. Akıntının ötesinde bir başına duran incir ağacını gördü. Göbeği iyice yarılmıştı incirlerin. Bir de tombullardı ki, Cevdet’in ağzı sulandı. Karnı da zil çalıyordu. Sabah köyden çıkarken anasının pişirdiği bazlamadan bir tane aşırmıştı, yediği yiyeceği oydu.
Lastik kundurasını ayağına geçirdiği gibi incir ağacına koştu. Bir tırmanışı vardı ki sanki sincap gibiydi. Kurduna, çürüğüne, keleğine bakmadan eli hangisine yettiyse bir bir yedi. Hayli zaman geçirmişti ağaçta. Nereden gelip, nereye gittiğini bile unutmuştu. Karnı doyunca bir uyku çöktü gözlerine. Mayıştı da mayıştı. O kadar incirin üstüne bidondaki son suyu da içti. Karnına da iyice ağrı girdi. Çöktü incirin gölgesine. Gözleri yavaştan kapandı. Kapanış o kapanıştı.
Gözünü açtığında güneş tepelerin ardından battı batıyordu. Telaşlandı Cevdet; “Oy aney oy, ben ne edicim şimdi? Öldürür anam beni öldürür. Vallaha oklavayla vurur hem de.”
Ne karın ağrısı kaldı ne ayak acısı. Ana korkusu ağır bastı. Hızlıca kalktı ayağa. Deli bir tay gibiydi. Lastik kunduranın içi hala ıslaktı, vıcık vıcık ses geliyordu. Asfalta çıkınca eline aldı. Koşa koşa vardı Osmaniye’ye. Çarşı da epeyce uzaktı. Ana korkusu aklına geldikçe daha hızlı koştu. Çarşıya gelince kan ter içinde, nefes nefese önüne gelene sordu; “Nerde emmi uçurtmacı, nerde ağabey uçurtmacı? Ama sarıkanatlı uçurtmacı. Ötekilerden vardı Toprakkale’de almadıydım. İnşallah bitmemiştir sarıkanatlı uçurtma.”
Önüne gelene bu sözleri söylüyordu. Kimse de bilmiyordu uçurtmacının yerini. “Ah ulen!” dedi, “Ah ulen! Ben Osmaniye’de otursam en iyi ben bilirdim uçurtmacının yerini. Köyden çocuk gelse hemen söylerdim yerini.”
Cevdet bulamamıştı uçurtmacının yerini. Bir kaldırım kenarına çöktü. Lastik ayakkabılarını bir kenara bıraktı. Küçücük bedeni epeyce yorgun düşmüştü. Ağlamaya başladı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Bir de bunun köye dönüşü vardı. Anası oklavayla döve döve öldürecekti. Çaresizdi.
Biraz sonra bir araba durdu yanında. Ağladığı görünmesin diye eliyle kapatmıştı yüzünü. Başını kaldırıp da bakmadı. Bir adam indi aşağı. Arabanın içinden cıvıl cıvıl çocuk sesi geliyordu. Kimisi alay edercesine kahkaha atıyordu, kimisi Koca Kafa, Koca Kafa diye bağırıyordu. Arabacı Rüstem’in arabasıydı bu. Tir tir titremeye başladı. Daha da sıkı sardı eliyle yüzünü. “Rüstem’dir bu zalım Rüstem. Ramazan’ı dövdüm ya, şimdi şaplatır tokadı. Açmam ki yüzümü, vursa vursa kafama vurur.” diye mırıldanarak bin bir türlü şey geçirdi aklından. Ama arabadan inen köy okulunun öğretmeni Muharrem’di.
Muharrem Öğretmen şefkatle okşadı başını. “Ah be oğlum, neredesin sen? Ne işin var burada? Niye okula gelmedin? Anan da seni arayıp durdu. Bak bugün okulca geziye geldik, bir tek sen yoktun.” dedi.
O zaman kaldırdı koca kafasını. Cevdet’in gözü kıpkırmızıydı. Muharrem Öğretmen’in gözlerine hayal kırıklığıyla baktı. Bir de Rüstem’in arabasındaki arkadaşlarına baktı. Alaycı alaycı bakıyorlardı Cevdet’e. Hepsinin elinde uçurtma vardı. Kırmızı, mavi, beyaz uçurtmalardı. Tek bir tane sarı uçurtma vardı o da Ramazan’daydı. En pis de Ramazan gülüyordu. Bir kez daha ağladı.
Yazım Tarihi: 15.05.2016
Yayın Tarihi: Ekim / 2017